1 Şubat 2010 Pazartesi

İstanbul sokaklarında

2010'un ilk günleri, birbirinden ilginç İstanbul kitapları ile süslenirken, Arif Aşçı'nın dört kitabı da ilk göze çarpanlar arasındaydı. A4 Matbaası'nda, neredeyse mürekkebi kurumadan gördüğüm “İstanbul Panorama”, Arif Aşçı'nın 6x17 cm negatif filmle çektiği siyah beyaz panoramik İstanbul fotoğraflarından oluşuyor. Özel teknikle (gümüş tonlu) basılmış bu büyük boyutlu kitap, tam bir koleksiyon parçası olarak meraklıların kitaplıklarındaki yerini doldurmaya aday gözüküyor.

Yıllardır, büyük bir tutarlılıkla İstanbul'u belgesel olarak çalışan Arif Aşçı'nın diğer serisi ise, üç kitaptan oluşuyor. Kültür ve sanata gösterdiği özenle Türkiye'nin en önemli finansal kurumlarından biri olan Türkiye İş Bankası'nın, Kültür Yayınları tarafından yayınlanan 24x32 cm boyutlu bu kitaplar, tematik yanlarıyla öne çıkıyor.

Kediler, köpekler ve kuşlar; İstanbul'un ayrılmaz parçalarıdırlar. İstanbul'da çekilecek bir fotoğrafta bu hayvanlardan birinin görünmemesi küçük bir ihtimaldir. İstanbul'un Sokak Kedileri, İstanbul'un Sokak Köpekleri, İstanbul'un Kuşları isimleri taşıyan üç kitap, yalnızca içindeki birbirinden ilginç fotoğraflarıyla değil, Arif Aşçı'nın bu kitapların girişlerine yazdığı; gözlem, izlenim, anekdot ve bilgilerden oluşan ilginç metinleriyle de ayrıcalıklı bir hale geliyor ve İstanbul'un görsel hafızasına önemli bir katkıda bulunuyor.

Arif Aşçı, ülkemizin çalışkan ve azimli fotoğrafçılarındandır. Kendisi develerin üzerinde yol aldığı İpek Yolu'nun güzergâhları ile son yıllarda gerçekleştirdiği Kore seferlerinin yanında, ömrünün ciddi bir kısmını İstanbul'un sokaklarında fotoğraf çekerek geçirmiştir. Arif bundan sonra tescilli bir İstanbul fotoğrafçısıdır ve şehrin kedileri, köpekleri ve kuşları ondan sorulur.

İstanbul’un yeni yılı

İstanbul şehri, koluna taktığı yeni bir pırpırla bir üst rütbeden kucakladı 2010'u. Yağmurlu, soğuk bir Ocak akşamı, gökyüzü Çin icadı havai
fişeklerle kutsanırken, 2010 Avrupa Kültür Başkenti kutlamaları, İstanbul'un yedi noktasından yapılan kültür taaruzu ile başladı. Resmi açılışın yapıldığı Haliç Kongre Merkezi'nde Yekta Kara'nın sanat yönetmenliğini yaptığı “İstanbul'un Büyüsü” (sadece davetliler ve protokol içindi) ve Sultanahmet Meydanı'nda Mercan Dede konserleri gerçekten çok olumluydu ama ya Taksim Meydanı'nda Tarkan konserine ne demeli... Meydanda yapılamayan yılbaşı kutlamalarının 16 gün ileriye kaydırılmış bir versiyonu muydu acaba... Tarkan elbette pop müziğinin dünyaca tanınan önemli bir kişiliğidir ama binlerce yıllık tarihi olan bir şehrin Avrupa Kültür Başkenti olduğunun iddia edildiği gün İstanbul'un namusu sayılan -ama coşkulu(!) yılbaşı kutlamalarından acı 1 Mayıs mitingine kadar, en büyük namussuzluklara da sahne olmuştur- bu önemli meydanda büyük bir klasik müzik orkestrası ve koro ile Dede Efendi'den Beethoven'a, belirli bir mantık doğrultusunda seçilmiş eserlerden oluşan görkemli bir konser gerçekleştirilseydi, yurtdışından bir-iki ünlü solistin de katılımı ve belki de yapılacak yayın anlaşmalarıyla tüm dünyada izlenseydi fena mı olurdu. İstanbul için büyük bir fırsat kaçırıldı; belki bu konsere Tarkan'a gelen izleyici gelmeyebilirdi ama İstanbul gibi bir şehre kanımca böyle bir etkinlik daha çok yakışırdı.

Videodan izlediğim ve tadına doyamadığım bir konser vardır, Taksim'de de hep böyle bir etkinlik hayal etmişimdir. Bach'ın 250. Ölüm Yıldönümü nedeniyle Leipzig'te Marketplace'de 2000 yılında yağmur altında verilen 24 Saat Bach konserini hiç unutmadım. Alanı dolduran binlerce insan, iki farklı sahnede yer alan dünyanın ünlü klasik müzisyenlerini, orkestralarını ve caz sanatçılarının birlikte yaptığı inanılmaz kutlamayı coşku içinde izliyorlardı. Bu etkinlikte Bach'ın onlarca eserinin birbirinden ilginç ve çarpıcı yorumları yapılmıştı. Bach'ın müziği ve yarattığı atmosfer o kadar büyüleciydi ki, yağmur o gün kimseyi ıslatmamıştı.

Tarkan sahne almıştı ama, 2010 Kültür Başkenti'nin mağdurları da vardı: Bugune kadar duyduğum en iyi fotoğraf projelerinden biri olan, projelerin adamı Nuri Kaya tarafından büyük maddi ve manevi çabalar sonucunda oluşturulan, yaklaşık beş yıldır üzerine çalışılan “Kör Fotoğrafçılar Projesi”, söz verildiği halde gerekli desteği alamıyordu. Ve Nuri Kaya'nın bu konu ile ilgili önemli iddiaları vardı. Bu yüzden AKBA'nın tanıtım toplantısında takım elbisesini ansızın çıkararak ve üzerinde -yorumlanmış- İstanbul 2010 yazan tişörtü ile kalarak durumu protesto etti.

İstanbul'a, 2003 yılında Avrupa Kültür Başkenti olan Graz şehri'ndeki Mur Nehri’nin üzerinde müthiş bir çelik konstrüksiyon ve mimarlık harikası olan Mur Adası inşa edilmeyebilir ama, daha prestijli bir şeyler görmek İstanbul'un bütün dertlerini çeken ve aynı zamanda dünya vatandaşı olan insanların da hakkıdır diye düşünüyorum. Üstelik, tüm zamanların en büyük bütçesi 2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul için harcanıyor. Bunun ciddi bir kısmının da İstanbul'da yaşayan vatandaşlardan kesildiğini hepimiz biliyoruz.

Ama hepsinden önemlisi İstanbul'un tarihi bir kültür şehrine yakışan bir opera binası, konser salonu ve bir kültür kompleksi hâlâ yok. Biz de Taksim Meydanı'nda verilen pop konserleri ile yetiniyoruz. İşte o yüzden, ben de yağmurun sulu kara çevirdiği o soğuk İstanbul gecesinde, havai fişekler tıpkı ömrümüz ve eski iktidarlar gibi önce yanıp ardından da sönerken İstanbul Modern'de Sarkis sergisini bir kez daha gezmeyi ve müzedeki hayalet gibi serginin labirentlerinde saatlerce kaybolmayı yeğledim.

Kitaplar arasında

Bu yıl ekonomik krizden dolayı, neredeyse kimse takvim ve güzel fotoğraflı ajandalarından yapamadı ama yine de sevindirici ölçüde kitaplarla karşılaştık. Çalışkan fotoğrafçılarımızdan “Selim Seval”, yıllardır surlar üzerine sürdürdüğü çalışması, yılın son günlerinde kitap olarak yayınladı. 182 sayfalık “İstanbul'un Surları” kitabı, Bizans dönemindeki sahil şeridi esas alınarak eski bir harita üzerinden Selim Seval'in tutkusunun somuta dönüşmüş hali. Bölgelere göre ele alınan surlar, Selim Seval'in fotoğraflarıyla birlikte Sanat Tarihçisi Hayri Fehmi Yılmaz'ın metinleriyle de destekleniyor.
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlanan yüzlerce yıla yayılmış İstanbul tarihinin fotoğrafça bir yorumu olan bu çalışma, hem İstanbul kültürü, hem de fotoğrafçılık açısından büyük önem taşıyor. İstanbul Surları, tarih ve fotoğraf tutkunlarının arşivlerinde bulunması gereken önemli bir çalışma; özen ve sabırla örülmüş titiz bir iş.
Tam bir İstanbul tutkunu olan Selim Seval, daha önce de İstanbul Atatürk Havalimanı'nı “Airportİstanbul”, Topkapı Şehirlerarası Otobüs Terminali'ni “Terminalİstanbul” ve dikey panoramik fotoğraflarını da “Upuzun Bir Düş... İstanbul” başlıkları altında kitaplaştırmıştı.
Bir kitap lotu da Adana'dan, Haluk Uygur'dan geldi. Haluk Uygur şiirlerini, romanını, fotoğraf yazılarını ve elbette yaptığı serilerin fotoğraf albümlerini (İnançlarıyla Yaşayan Anadolu, Tesbihsiz Hapisaneler, Türk Fotoğrafçıları Kütüphanesi 15, Sınır Tanımayan Anadolu) koca bir zarf içinde gönderme nezaketinde bulunmuş. Adana'da Başarmak projem için çalışırken, sabahın karanlığında kuş pazarına gidişimizi ve bana rehberlik edişini hiçbir zaman unutamadım Uygur'un. AFAD ve Adana'daki fotoğraf yapılanmasına büyük katkıları bulunan Haluk Uygur, gerçek bir fotoğraf gönüllüsü olarak aktif bir biçimde çalışmalarını sürdürüyor.

Kocaeli günleri...

“İyi Fotoğrafın Sırları” seminerim gerçekleştirdiğim yerlerde büyük ilgi ile karşılandı. İlk çalışmayı Kocaeli'nde KASK için yaptım. Sonra
İFSAK, Sabancı Fotoğraf Topluluğu, ardından “Düşünceden Projeye” konulu olan ikinci etkinlik için programlar yapılıyor. Fotoğrafseverlerin, fotoğrafta artık daha iyi bir noktaya gelebilmek için tekniğin ötesinde fotoğrafın düşüncesi ve “işleyen” uygulamalar ile ilgili yapıcı bilgiler istiyor olması beni çok mutlu etti.
Günümüzde, makine fetişizmi ve yersiz/abartılı teknik oyunların varlığıyla fotoğraf düşüncesi ne yazık ki geri plana atılmıştır. Bu da, gereğinden fazla sayıda birbirinin taklidi olan fotoğrafların çoğalmasından başka bir işe yaramamıştır. Belki bu tip seminerlerin verdiği ivme ile, fotoğraf üzerine daha çok düşünerek, daha çok okuyarak ve sanat etkinliklerine daha yoğun katılarak “fotoğrafın ideası” daha üst noktalara gelebilir. Ben, kendi adıma, başından beri fotoğrafın onca teknolojik gelişmeye rağmen yeterli ilerlemeyi gösterememesinin nedenini, fotoğrafçıların bilgiyi bu denli geri plana atmasına bağlıyorum.
Bugün, kitapların yerini internet sayfalarında, ekran üzerinde sanal gezintiler almıştır. Varoluş, internette yer almak üzerinden değerlendirilmektedir. Google'da yoksan, dünyada yokmuşsun gibi bir işlem yapılmaktadır kişilere. İnsanlar kitaplarını artık internetten ısmarlıyorlar. Eğer hayatınızın kitabı, rafta almayı düşündüğünüz kitabın yanında duruyorsa, kitapçıya bizzat gitmediğiniz için ne yazık ki bunu kaçırmak durumunda kalacaksınız. Ama neyi kaçırdığınızı bilmediğiniz için asla üzüntü duymayacaksınız. Bu da en büyük avuntunuz olacak.

Geçen ay seminerim için Kocaeli'ne gittiğimde, KASK Başkanı arkadaşım Cengizhan Günesen'in masasında çok ilginç bir kitap görmüştüm. Bugün gelen postadan da bu kitap Cengizhan Günesen'in yılbaşı hediyesi olarak çıkınca çok mutlu oldum. Kitabın ismi “Atatürk ve Kocaeli.” Atilla Oral tarafından kendisinin özel koleksiyonunda yer alan belgelerle hazırlanmış bu kitap, Atatürk'ün yolunun İzmit'le (ve Adapazarı ile) kesişmesini yazılar, gazete kesikleri, anılar ve bir kısmı ilk kez yayınlanan fotoğraflar aracılığıyla anlatıyor. Atatürk ile ilgili koleksiyon yapanların ve tarih araştırmacılarının asla atlamaması gereken bu kitap, aslında 192 sayfalık bir yakın geçmiş albümü ve içerdiği bilgilerle de Atatürk'ün bir dönemine ışık tutuyor.

İlk kez 16 mart 1916'da yolu geçiyor Mustafa Kemal'in Kocaeli'nden, atandığı Diyarbakır'a 16. Kolordu Komutanlığı'na giderken. Sonuncusunda ise Cumhuriyet Türkiyesi'nin Atatürk'ü olarak 19 Kasım 1938'de... İstanbul'dan kalkan Yavuz gemisi Mayın İskelesi'ne yanaşır, Atatürk'ün tabutu yüksek rütbeli subayların omuzlarında İzmit İstasyonu'ndan trene bindirilir ve son kez geldiği Kocaeli'nden Ankara'ya doğru yola çıkar. Atatürk'ü anmışken; tıpkı fotoğraf gibi kısa ve özlü bir şiirle; Orhan Seyfi Orhon'un dizeleriyle bitirelim bu bölümü de:

“Siliyor ruhunun ulviliği fani etini;
Çiziyor ufka, batan bir güneşin heybetini;
Büyüyor gökten inip toprağa yaklaştıkça;
Büyüyor gitgide gözlerden uzaklaştıkça...”

Fotoğrafçı anne / Anne fotoğrafçı

Biçemin içeriği aştığı, tekniklerin anlamdan önce geldiği, “çıkma” bir evrenselliğin, gerçek bir topografyanın işaret ettiklerine yeğlendiği, anlamsızlığın anlamın kendisi olduğu, hikmet burcuna girmeyi beklemektense, alelacele gitmenin başat görüş olduğu ve evrenin hakkını helal ettiği sergilerin giderek dibe vurduğu çölleşen fotoğraf dünyamızda, büyük bir keyif verdi “Emine Ceylan”ın sergisi, izleyenlerine...

Ceylan, “Zaman Yolculuğu“ adını taşıyan sergisini Gustav Klimt'ten Van Gogh'a, Picasso'dan Vermeer'e, Munch'tan Andrew Wyeth'a kadar dünya sanat tarihinin önemli ressamlarının resimlerinden yola çıkarak gerçekleştirmiş. Üstelik de, bunu seçtiği resimlerin üzerindeki hüzün perdesini, yaşayan bir varlık tarafından katmanlandırarak... Kendisinin de belirttiği gibi bu sergide Emine Ceylan, hikayesini en iyi bildiği “en aşina olduğu yüzü” kızı Asiye'yi model olarak kullanarak fotoğraflarını üretmiş. Asiye'nin fotoğraflara verdiği pozlar ve ifadeleri aracılığıyla; orijinal resimlerle hem biçimsel, hem de anlamsal düzlemde başarılı bir birliktelik oluşturduğunu görüyoruz. Model, sanki o ortamın gerçek parçasıymış gibi resimlerle organik bir ilişki içinde olmayı başarmış.

Portre fotoğrafçılığında, insanların yakınlarıyla, özellikle de çocukları ile çektiği fotoğrafların “hatıraya düşme” olasılığı çok yüksektir. Ama Emine Ceylan, hem fotoğraftaki tecrübesi, hem de resim tarihinden aldığı sağlam referanslar ve kızını yorumlarken kullandığı yabancılaştırma etkisiyle fotoğraflarında olağanüstü, hatta gizemli diyebileceğimiz bir atmosfer yaratıyor. İzleyicinin üzerinde hakimiyet kuran bu biçimsel çarpıcılığın daha sağlıklı işleyebilmesi için, Ceylan'ın çıkış yaptığı resim tarihindeki örneklere daha önce en az bir kez bakmış olmakta büyük fayda var. Bu bilginin varlığı, bakılan örnekler üzerinden yapılacak bir fotoğraf okuması için oldukça büyük önem oluşturuyor. İyi düşünülmüş ve uygulanmış bir sergi olan, Zaman Yolculuğu çalışması; aynı zamanda birbirlerini tanıma/anlama yolunda bir anne/kız yolculuğuna da karşılık geliyor.

Ünlü Alman fotoğrafçı Stephan Moses'in oğlu Manuel'i yıllarca çekerek yaptığı projesinden, üç çocuğu ile gerçekleştirdiği olağanüstü -ama Amerikan toplumunda önemli tartışmalara yol açan- çalışmalarıyla sıradışı bir fotoğraf sanatçısı olan Sally Mann bu konuda dünyada akla gelen ilk örnekler oluyor. Fotoğraflarıyla; mitoloji, İncil üzerinden Hristiyanlık tarihi ve kaçınılmaz olarak resim tarihine yaptığı göndermelerle de bir öncü olan Julia Margaret Cameron'u da asla unutmamamız gerekiyor. Genelde 19. Yüzyıl’ın Victoria Dönemi özelliklerini sergileyen, daha yakın bir bakışla da “Pre-Raphaelite” akımın izlerini süren Cameron, birçok fotoğrafında model olarak çocukları kullanarak, bu tarz bir fotoğrafçılığın gelişmesinde önemli katkılar sağlamıştır.

“En aşina olduğum yüz onunki, en iyi bildiğim yaşam geçişi onun yaşamı, umut ettiğim birçok şeyi elle tutulur hale getirebiliyorsam o yüzden, karanlık denizin üstünde asılı kalan soluk hilal aniden kaybolduğunda ya da zamanın geçişini hissettiren her şey bir hüzün kaynağı oluyorsa biraz da nedeni o.... Ve istedim ki, Rönesans'tan bugüne kimi resimlerde kızımı kullanarak zamanlar ötesi çağlara yolculuk yapalım, belki de o resimlerin her daim yaşamın akışkanlığının içinde olduğunu hissedelim, somut uzaklıklarını yok edip yanıbaşımızda duyumsayalım. Onları yeniden yarattık, bazen birebir benzetmeye çalışarak, bazen sadece bir duygusunu, yaratılan atmosferi hissettirmeyi önemseyerek” diyor sergi tanıtım yazısında Emine Ceylan. Ve taahhüt ettiklerinin hepsini yerine getiriyor Ceylan, kızı Asiye ile el ele, sabırla işlediği resim/fotoğraflarında.